|
|
|
|
|
|
1990’lı yılların sonlarında dış menşeli “deli dana” hastalığı gündeme geldiğinde Türkiye et ithalatını durdurup ette iç üretimi artırma kararı aldı. Aslında bu karar o gün için belki de yapılabileceklerin en doğrusu idi. Zaten geçen akşam NTV’de Tarım Bakanlığı Müsteşarı Sayın Mirmahmutoğulları’nın konuşmasını duyduğumda; hedefe nispeten de olsa ulaşılmış olduğunu gördüm. Zira gerek hayvan başına, gerekse de genel üretim anlamında hayvansal üretimin arttığı; bu paralelde mera alanlarının da çoğaltıldığı, Sayın Müsteşar tarafından rakamlarla ortaya konuldu.
Fakat tarımsal ekonomilerde bir kural vardır ki; bazı ürünler başka ülkelerin uzmanlaştığı ürünlerdir ve onları üretmek yerine ithal etmek (bazı durumlarda) daha karlıdır. Elbetteki dışa bağımlılık övünülecek yada savunulacak bir durum değildir ancak “ille de kahve üreteceğim” diye tutturmak yerine, kahveyi Brezilya’dan ithal etmek aslında çok daha akıllıcadır.
Bunun gibi sizin de güçlü olduğunuz, uzmanlaştığınız bir ürün vardır ve siz de o üründe söz sahibi olabilirsiniz. Söz sahibi olduğunuz ürünlerde ihracatçı- bazılarında ise kısmen yada tamamen ithalatçı olursunuz. "Tamamen ithalat"ı "kısmen ithalat"a çevirmek gerçekçi bir hedeftir; ama "sıfır ithalat" hedefi başka sorunları da beraberinde getirecektir.
Dolayısıyla da ette; iç üretim artsın- ithalat sıfırlansın mantığından hareketle gelinen noktada et fiyatlarının şimdiki gibi yükselmesi en başından görülebilecek bir durumdur. Bugünse GDO’lu ürün kapsamında olan soyadaki yüksek ithalat miktarının iç üretimle ikamesi (ette olduğu gibi) afaki fiyatları kaçınılmaz kılarak bir süre sonra “yeniden ithalat” konuşulması anlamına gelmeyecek midir?
Yukarıdaki uzunca soru dün yaptığımız bir toplantı sırasında Tarım Bakanlığı’ndan bir şube müdürüne yönelttiğim soru idi ve bu kez soyayı “haber” olarak buraya taşıma sebebim de son iki haftadır “Soya Üretiminin Yaygınlaştırılması” kapsamında yapılan bir dizi toplantı- sunum ve buralarda edindiğim izlenimleri paylaşmak amaçlıydı.
Önce Samsun’un Çarşamba, Terme ve Bafra ilçelerinde (ayrı günlerde) düzenlenen ve Samsun Tarım İl Müdürlüğü’nden M. Rasi Uysal organizatörlüğünde ve ÇEY. Şube Müd. Vekili Erol Baş katkısıyla; ayrıca OMU’den Doç. Dr. Selim Aytaç, Yard. Doç. Dr. Funda Arslanoğlu, APK Müdürü Sevda Tanyıldız, Samsun Toprak Gübre Araştırma Enstitüsü Müdürlüğü’nden Dr. Gülen Özyazıcı, Karadeniz Tarımsal Araştırma Enstitü’sünden ben ve toplantıların gerçekleştiği yerlerdeki başka meslektaşlarımızla- o yöre çiftçilerinin de katıldığı bir dizi bilgi alış verişi toplantıları gerçekleştirdik.
Toplantılarda bizler sunumlarımızı yaptık ama en önemlisi çiftçileri de dinleme fırsatı bulabildik. Ve gördük ki “soya” onlardan birçoğu için hala yeni bir ürün. Bizler tarımla ve soya ile bizzat uğraşan kişiler olarak “soyayı münavebenize yerleştirin” ana fikrini savunduk, ama onlar da haklı bazı nedenlerle ve de “neden soya üretelim?” ön tepkisinden hareketle durumlarını arz edip kendi fikirlerini savundular. Henüz bir yere varabildik mi? Hayır, ama en azından soya üretiminden çiftçiyi alı koyan bazı aksaklıkları tespit etmiş olduk. Bunlara yazımın en sonunda kısaca değineceğim ama önce haberimize konu bir başka etkinlikten de söz etmek isterim.
Bir toplantı da dün (yani 04.05.2010 tarihinde) burada ve Karadeniz Tarımsal Araştırma Enstitüsü Toplantı Salonu’nda yapıldı. Bu toplantıya da soya hakkındaki sunumlarımızla enstitümüzden Dilaver Arslan, Mehmet Erdoğmuş ve ben katılırken; Ankara’dan Tarım Bakanlığı’ndan ilgili şube müdürümüz, TÜGEM yetkili ve çalışanları ile çevredeki 15 ilden konuyla ilgilenen meslektaşlarımız katıldı. Asıl konu soya olsa da yağlı bitkiler kapsamında benzer düzeyde önem arz eden kolza bitkisi de ihmal edilmedi ve konu uzmanımız Şahin Gizlenci öğleden sonraki oturumda kolza bitkisi ve tarımı hakkında değerli bilgiler verdi. Bilgilendirmenin hemen sonunda ise halen arazide çiçeklenme döneminde olan kolza bitkisi ve soya ekim çalışmaları gezilerek yerinde değerlendirildi.
Bütün bu çalışmalar sırasında yukarıda da bahsettiğim gibi birçok konuyu daha iyi anlatma ama bir taraftan da karşımızdakini (üreticiyi) anlama fırsatı bulduk ve kısaca tabloyu paylaşmak istedim;
1. Soya bugün tüm dünyada, akla dahi gelmeyecek 400’ü aşkın endüstriyel üründe kullanılan ve ülkelerin ekonomilerinde söz sahibi olan “olmazsa olmaz” bir bitkidir. Dolayısıyla da birçok üründe soyanın bir alternatifi yoktur ve Türkiye her yıl belli miktardaki soyayı sanayisine (her ne yolla olursa olsun) sağlamak durumundadır.
2. Türkiye 2009 yılı verilerine göre; 972 bin tonu tohum, 10.000 tonu ham yağ ve 350.000 tonu küspe olmak üzere (toplamda 600 milyon dolarlık) önemli bir ithalat payını soya için ayırmak durumunda kalmıştır. Aslında bu durum başka yıllar itibarıyla da değişmemekte ve hatta gittikçe artan miktarlarla kendini tekrarlamaktadır.
3. Öte yandan iç üretimin (birazdan değineceğim belli sebepler yüzünden) hala sınırlı olması önemli miktarlardaki soya için “dış tedarik” zorunluluğu getirmekte; yani ülke olarak bizleri ithalata mecbur bırakmaktadır. Bu sebeple Türkiye ihtiyacının neredeyse tamamına yakınını özellikle de bu yıla kadar dış tedarik yolu ile karşılamaktadır. Üstelik içeride girdi fiyatlarının yüksekliği ile alakalı olarak yine yüksek düzeyde gelişen soya fiyatları ödemek yerine, çok daha ucuz olarak ithal etmek sanayicinin de işine gelmekte yada bir başka deyimle ithalatı cazip kılmaktadır. Durum böyle olunca da yıllardır her toplantıda "önemli adam"ların bir araya gelip “soyada (yada diğer yağlı tohumlu bitkilerde) üretim nasıl artar?” konulu arayış ve çabaları da ithalatın bu söz konusu cazibesine takılıp gitmektedir.
4. Durum böyle sürüp gidiyorken… Yani birileri “iç üretim artırılsın- dışa bağımlılık kalksın- her yıl belli miktardaki ithalat bedeli de bu işin içeride desteklenmesine ayrılsın!!!” diye feryat ediyorken… Öte yandan sanayici de içeriden 5 ödeyip alacağını, dışarıdan 3 ödeyip almayı (haklı olarak) karlı ve akıllıca buluyorken... Çiftçi daha fazla kazandığı ve kolayca elden çıkarabildiği ürünleri soyaya tercih ediyor- alışkanlıklarından vaz geçmek için "adamakıllı" bir destek ve güvence bekliyorken... Devlet elinden geldiğince destekliyor ama bu destekler de çiftçiyi cezp edecek düzeye bir türlü gelmiyorken... Yani düzen böyle bir kısır döngü içinde sürüp gidiyorken bir gün bir GDO problemi ile karşılaştık.
5. GDO aslında yeni bir konu değildi. Kimi görüşler; GDO ile ilgili henüz “hiçbir zararı yoktur” sonucu çıkmasa bile, “zararlıdır” gibi bir netliğin de olmadığını savunarak fazla abartılı bir kaçışı doğru verinde bulmadılar. Bazı ve daha baskın görüşler ise GDO için oldukça sakıncalı veri ve ihtimallerle konuştular. Yine de bu yıla kadar dış menşeli olan GDO’ya rağmen ithalat alışılagelen miktarlarda devam etti.
6. Ta ki bir gün… 26 Ekim 2009 tarihli bir yönetmeliğin ithalatı engelleyen hükümleri 1 Mart 2010 tarihinden itibaren devreye girinceye kadar… Bu yönetmelikle aynı yılın Kasım ve Aralık ayında 750 doları gören soya fiyatları, Mart ayında 550 dolarda karar kıldı. Sanayiciler ise ithalatla ilgili güçleştirici etkilerin bir an önce ortadan kaldırılmasını talep ederken, durumun devam etmesiyle sektörün yaşaması olası görünen sıkıntıları dile getirdiler.
7. Bu durum; yani soya ithalatında güçleştirici kararlar aslında devletin iç üretimin artırılması için başvurduğu bir yöntem ve ithalatı azaltıcı bir önlemdi. Zaten son günlerdeki bu; "soya" konuşulan bir dizi toplantı- bilgilendirme ve daha fazla dile getirmenin amacı da yukarıdaki devlat politikasının bakanlıkça desteklenişiydi. Ama bir başka bakış açıosına göre de soyada iç üretimin artmasının önündeki sorunlar çözülmedikçe bugün ette gelinen noktadan başka bir yere götürmeyeceğini kestirmek de zor değildi. Peki, öyleyse nedir Türkiye’de soya üretiminin artırılmayışındaki sebepler?
Bir sonraki yazımda ve hazır yeri gelmişken bunları konuşmak üzere, şimdilik sağlıklı ve esen kalın diyorum..
Hatice OLGUN / 2010 |
|