HDP’nin baraj korkusu biliniyordu
7 Haziran seçimlerinin hemen öncesiydi.
Barış sürecinde Hükümetin verdiği bazı tavizlere tepkilerin MHP’ye kaydırdığı milliyetçi oylarla, güneydoğuda Kobani provokasyonunun tetiklediği Kürt milliyetçiliğine kurban verilen oylara rağmen,
Otoritelerce AK Parti’nin (oy kaybı yanı sıra) yeniden tek başına iktidar olacağı öngörülüyor, ciddi araştırma şirketlerinin bu yöndeki anketleri bir biri ardına yayınlanıyordu.
Gerek önceki seçim başarılarının etkisiyle ve gerekse de seçmene verdiği pek çok sözü tutmuş olmasının rahatlığıyla, AK Parti içinde tek başına iktidar olamamak gibi bir kaygı yoktu.
Ancak HDP’nin (ve tabi beraberinde, tüm plan- program ve hayallerini HDP’nin barajı aşması üzerine kuran çevrelerin) “baraj” korkusu olduğu açıkça biliniyordu.
Artık, AK Parti karşısındaki cephede bütün umutlar; Ağustos 2014’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Demirtaş’ın, (güneydoğudaki doğal oylarına ilaveten) Türkiye’nin batısında gösterdiği performanstaydı.
Bu avantajın üzerine eklenmeli, hiç olmazsa muhafaza edilmeliydi!
Ama önce 6-8 Ekim’in kan lekeleri çıkarılmalıydı..
Batı’ya şirin gösterilme hedeflenirken bir “Türkiyelileşme” söylemi ortaya atıldı.
Bir yandan Almanya’larda özerklik talep ederken, diğer yandan Türkiye’de paralel ve Doğan medyanın tüm imkânlarını kullanarak verdiği mülakatlarda Demirtaş;
Barıştan bahsediyor, esprileri öne çıkarılıyor, en mütebessim fotoğrafları seçiliyor, o da olmazsa saz çaldırılıyor, Anadolu’dan yanık bir türkü çığırtılıyordu!
Sözün özü; 6-8 Ekim’de üzerine sıçrayan kan lekeleri temizlenerek, Türkiye halkının önüne “melaike” suretinde çıkarılması için ne gerekiyorsa yapılıyor, allanıp pullanıyordu!
Aynı günlerde ulusalcıların Beştepe’deki Cumhurbaşkanlığı Sarayının meşruiyetine yönelik şehir efsaneleri birbirini kovalarken, Demirtaş’ın “Ey Saraydaki’” şeklinde başlayan isyankâr söylemleri de rast gele değildi elbet.
Barış süreci boyunca “bölünüyoruz- bölündük- bölüneceğiz” yaygarası yapan kimi CHP’liler “oyumuz HDP’ye” demelere başlamıştı bile.
Hem de neye rağmen? Demirtaş’ın dağdaki abisine, her fırsatta verdiği özerklik demeçlerine, aynı günlerde ortaya çıkan Atatürk büstü devirme- bayrak yakma girişimlerine…
Sırrı Sakık’ın Kemalistlere küfretme görüntülerine rağmen!
7 Haziran’dan 2 gün önce patlayan bombalar sonrası; Oylar HDP’ye
Bütün bunlara rağmen AK Parti’nin hala açık ara önde olması, muhtemelen devreye daha kirli planların sokulmasını gerektirdi.
Ve 5 Haziran 2015’de Diyarbakır’ın İstasyon Meydanında düzenlenen geniş katılımlı HDP mitingi bir felakete sahne oldu.
Meydanın kontrolünü kendilerinin sağlayacağı teminatına, sırf germemek- kışkırtmamak adına onay veren Devleti, bu yolla devre dışı bırakan HDP’nin final mitingi, art arda patlatılan bombalarla kana boyandı.
4 ölü ve 200 civarı yaralı bilançolu olaydan sonraki ilk dakikadan itibaren, Hükümet temsilcilerinin “geçmiş olsun” telefonlarına dahi çıkmayan Demirtaş, o saldırıyla alakalı da yine Hükümeti suçladı.
Ne olsa, olay belki faili meçhullerden bir faili meçhul olacak, yahut olur da aydınlatılırsa bile bu hemen 2 gün içinde olmayacağı için 7 Haziran seçimlerinde mağduriyet algısıyla oylar tavan yapacaktı.
Doğan ve Gülen medyası da Demirtaş lehine- Hükümet/ Cumhurbaşkanı aleyhine algıyı ince ince oymaya, ilmik ilmik dokumaya devam etti vee.. Evet, plan tuttu.
5 Haziran’a kadar yayınlanan anketlerin öngöremediği biçimde, 7 Haziran seçimlerinde,tarihinde ilk kez KSH (Kürt Siyasi Hareketi) oylarını % 13’e yükselterek 80 vekille Meclise girdi.
(Biz buna da sevindik o ayrı.. Olur ya belki tamamen silah bırakırlar ve belki sadece demokratik yoldan mücadeleyi benimserler diye!)
5 Haziran bombacısının PKK olduğu ortaya çıktı (ama tabiki seçimlerden sonra)!
Derken, olaydan bir buçuk ay kadar sonra..
Bir PKK’lı itirafçı mitinge bombayı yerleştirenin PKK olduğunu hem de birçok detay vererek açıkladığında tarihler Temmuz’un son günlerini gösteriyordu. Yani seçimler çoktan bitmiş, amiyane tabirle atı alan Üsküdar’ı geçmişti!
(İtiraf beyanının son kısmı şöyleydi; “Mitingin olduğu gün Rojin'in evindeydik. Bomba patlayıp basına yansıdıktan sonra Rojin isimli bayan sevindi. ‘Seçimler artık garanti, işimiz kolaylaştı’ dedi."!)
30 yıldır yöntemlerini, tıynetini, potansiyelini, nerdeyse ciğerini bildiğimiz.. Değil askerimize- polisimize, sivillere bile acımamış bebek katili bir örgütün bunu yapmayacak “etiğe” sahip olduğunu söyleyecek tek babayiğit yoktu gerçi...
Ancak yine de Demirtaş’ın ezberlettiği “Katil Devlet”, “Katil Erdoğan” sloganları öyle tatlıydı ve hele de (metrekareye düşen yağmuru bile Erdoğan’a yükleyen) kimi fobikler için, durup durup terapi niyetine “Katil Erdoğan” demek öyle bir tatmindi ki..
Mantıklı olup olmayışına, mesnetli olup olmayışına, saçmalığına ve hatta bunu iddia eden tarafın asıl katilin ta kendisi oluşuna bile bakmaksızın, dile doladılar.
Sonradan Suriye bağlantılı EL Muhaberat’ın parmağı olduğu ortaya çıkan 52 ölü bilançolu Reyhanlı’da ne yaptılarsa aynını yaptılar; “çamur at izi kalsın”!
Bir koalisyon dayatma aracı olarak terör..
Dün çıkmış biri, CNN Türk’de diyor ki; “7 Haziran sonrası koalisyon kurulsaydı bunların hiç biri yaşanmazdı”..
Onu diyoruz işte!
Türkiye’de 7 Haziran sonrası PKK (ve kısmen IŞİD) terörü kartının öne sürülmesi de.. Paralel yapıyla mücadelenin “medyaya baskı” algısıyla sunulması da.. Seküler sermaye çevrelerinin ekonomiye ilişkin tehditkar açıklamaları da..
TMMOB- TBB- TTB gibi STK’ların birer siyasi parti gibi hareket etmeleri de.. Silivri’de intikam yemini eden çevrelerin, çıktıklarında hüküm verenleriyle saf tutması da.. “İran oluyoruz.. Mollalar devleti.. Şeriat geliyor” itirazlarının sahiplerinin “İran yıldırım aşkı” da..
Yılda 360 küsur siyahın polisçe katledildiği ABD’nin, kimi kurum ve gazetelerinin (hipermetrop olmalılar) ta oralardan her gün düzenli bir şekilde Türkiye’deki “baskı”ları eleştirmesi de..(Gülay Göktürk’ün dediği gibi) NYT’ın işi gücü bırakıp bizim Beştepe’deki ‘Saray’a sayfalar ayırması da..
Ve hatta Hükümetin dış politika zemininde, özellikle Suriye’de sıkıştırılması ve bugüne kadar yürüttüğü politikanın boşa çıkarılması gayreti de.. Hepsi, yerli- yabancı çıkar çevrelerinin Türkiye’deki iktidarı şekillendirme çabası değil de nedir!
Hatırlayım.. Tam da AK Parti- CHP koalisyon görüşmelerine ilişkin sonucun açıklanacağı gün Suruç’ta bomba patlatıldı! Dolara müdahale edildi (yani CNN Türk’deki zat haklıdır, koalisyon olsa bu saldırılar yaşanmayacaktı!).
Ve tabi koalisyon “sizlere ömür” olup da Cumhurbaşkanı erken seçim tarihini açıklayınca Saray argümanı tekrar devreye sokuldu, bu kez de “Saray kan istiyor” sloganıyla..
Ancak bu da kâfi gelmedi. Millet, kimin barış için her riski aldığını, sonuna kadar tolere ettiğini.. Ve kimin de çatışmasızlığı bozarak (30 yıldır olduğu gibi) asker- sivil- polis yüzlerce vatandaşı katlettiğini görüyordu.
Öyle ki terörle mücadeleye toplumsal anketlerden çıkan destek % 70- 80’ler civarındaydı!
“Saray kan istiyor” tutmayınca “seçim güvenliği” kartı devrede
Üstelik aynı süreçte, PKK’ya verilen HDP desteği gün gibi ortadaydı.
“Biz arkamıza terör örgütünü aldık” söyleminden, PKK’ya silah taşırken enselenen vekillere.. “PKK sizi tükürüğüyle boğar” propagandası yapanından, HDP’li Belediyenin hafriyat kamyonuyla dağa patlayıcı sevk ederken yakalananına..
Şehitler için susarken, terörist cenazelerinde hiç çekinmeden boy göstermelere kadar çeşitli şekillerde gizlemiyordu zaten, PKK’ya yakınlığını HDP (ve dün, Habur’dan girme biçimlerinden dahi irrite olanlar, bu gün susuyordu ilginç biçimde)..
Bütün bunların 1 Kasım öncesi anketlere yansıması ise ister istemez AK Parti lehine oluyordu. Bunda iki etken vardı;
1- Süreçte verilen tavizlere içerleyip MHP’ye kayan oyların, gerek Tuğrul Türkeş’in AK Parti'ye geçişiyle MHP'de yarattığı kırılma ve gerekse de bu son yoğun terörle mücadele sürecinde Bahçeli’nin gösterdiği vurdumduymazlık- tutarsızlık sebebiyle geri dönmesi,
2-Güneydoğuda Kürt Milliyetçiliğine verilen “Kobani” gübresinin, HDP lehine değiştirdiği seçmen eğilimlerinin; bölgede AK Parti’nin yeşertip PKK’nın sekteye uğrattığı kalkınma- güvenlik gibi olmazsa olmazlara takılıp AK Parti lehine adres değiştirmesi.
Hal böyle olunca kimileri yine rahatsız oldu, AK Parti tekrar yükselişe geçmişken seçimlerin yaptırılmaması gerekiyordu! Yeni bir konu öne sürüldü; “seçim güvenliği”.
Bu startın ardından Demirtaş, Eylül başında “seçim güvenliği konusunda kaygılıyız” demeçlerine başladı, sponsor medyası da ağzından çıkanları dakikasında vurgulamaya..
Ve buraya dikkat; AK Parti ise seçim güvenliğini sağlamayı taahhüt eden taraftı (saçmalığa bak ki şu an kaosu çıkaran taraf olmakla da suçlanıyor, biraz akıl izan nolur!)..
Seçim güvenliği bahane edilirken, bir el de bombaları hazırlıyormuş
Sen misin taahhüt eden! Çok geçmeden 10 Ekim sabahı,
DİSK, KESK, TTB ve TMMOB gibi sendika ve meslek örgütlerince Ankara’da düzenlenen Barış Mitingi etkinliğinde bombalar patlatıldı!
(Aynı, 5 Haziran’da Diyarbakır mitinginde yapıldığı gibi. Fakat bu kez tahrip gücü çok daha yüksek.. Haliyle, yazık ki can kaybı da!)…
Daha ilk dakikada Demirtaş yine aynı yönteme başvurarak (ve hiçbir done- delil henüz ortada yokken) AK Parti’yi ve Cumhurbaşkanı’nı ima edip, saldırıyla ilgili MİT’i suçladı!
Kamuoyu önünde döktüğü gözyaşlarının yerini, kameralar kapandığında emin bir gülümsemeye bırakan yüzü de, katliam meydanından HDP’ye oy isterken hiç kızarmamıştı!
Dahası, tüm Türkiye'nin önünde istikrara vurgu niyetiyle sarf edilmiş "her hangi partiden olursa olsun, 400 vekil çıkmış olsa anayasa yapılabilirdi" sözünü, "400 vekil olsa Dağlıca olmazdı" şeklinde yayınlayarak,
Sonradan özür dilemek zorunda kaldığı manipülatif haberciliğini utanmadan sıkılmadan bir kezdaha ispat eden medya (isim vermekte sıkıntı yok Doğan haber Ajansı) da,
Daha kimi yaralıların can çekiştiği meydandan Demirtaş'ın HDP'ye oy istemesini de görmedi, duymadı (işbirliği).
Kullanışlı cenaze gerektiğinde ölen kim, ona bakmak lazım
Olan yine masum gençlere, insanlara, geride kalanlarına olmuştu.
Ne hikmetse bu bombalardan herhangi biri, o alanlarda bir HDP’li vekilin yakınında- konuşma yaptığı sırada patlamıyordu asla!
(Zaten hep böyle değil miydi? Kendi çocukları en iyi okullara giderken, sıcak yataklarında uyurken; garibanın çocuğu değil miydi dağlarda meydanlarda ölen, her “kullanışlı cenaze” gerektiğinde ..)
Tam 97 insanımız öldü bu saldırıda. Yaralananların çoğu sakat kalacak, değilse bile ruhen- fiziken bir türlü eskisi gibi olmayacak. Devletin hangi kademede ihmali varsa muhakkak- kesinlikle- katiyetle ceza bulmalı o da ayrı dava..
Ancak bu gençler ve tabi dağdakiler; Suruç’ta, Diyarbakır’da, Ankara’da bu “kanlı meydanlara” niye getirildiklerinden,
Ne uğruna katledildiklerinden haberdar mıydı?
Tahmin etmek için kâhin olmak gerekmiyordu
Eylül ayı başında olsa gerek (uğraşan uğraşsın bulsun, silmedim oralardadır),
PKK’nın saldırılarının sürdüğü, şehitlerimizin yürek dağladığı günlerde twitlemiştim; PKK’nın eylemlerinin toplumda yarattığı algıyı kırmak için Ekim ayı ortalarında kendi mitinglerinde bombalar patlar bakın görün mealindeki bir cümleyi..
Yanılmayı dilerdim! Ancak, dediğimiz gibi de oldu. PKK’ya destek vererek, seçimden önceki Türkiyelileşme iddiasından tamamen vazgeçtiği gözlenen ve bu şekilde halkın büyük çoğunluğunun kendilerinden uzaklaşması gerçeğiyle karşı karşıya kalan HDP’nin,
Toplum nezdinde “zalim” olan taraftan “mazlum” olana terfiisi, dolayısıyla da Sarayı tekrar hedefe oturtabileceği “biz” diline yeniden hâkim olması için iyi bir mağduriyet lazımdı.
Ve 97 insanın parçalanan bedenleri, yerle bir olan gelecekleri, kan ağlayan aileleri yeterince “iyi” bir mağduriyetti!
Taşerona gelince, IŞİD iddiası kuvvetli. Ancak bu (Beril Dedeoğlu’nun da dediği gibi), iki terör örgütünün ortak çıkar zemininde birleşmesi yani IŞİD- PKK işbirliği de neden olmasın?
İbrahim Karagül’ün yazdığı gibi saldırı Türkiye’ye bir “çek elini Suriye’den” mesajı da olabilir veya bununla hiç de bağlantısız olmayan dışardan dizginlenebilecek “kullanışlı bir koalisyona mecbur etme” hamlesi de..
Her hangisi olursa olsun.. IMF’den kurtulmuş, büyümesini dörtnala götüren, kalkınma ve demokratikleşme hamlelerinde yol almış ve bölgede edilgen dış politika sergilemeyen güçlü Türkiye’ye, onun aktörlerine ve hepimize geldiği kesin!
Ne diyelim, Allah böyle acılarla sınamasın bir daha bizi...