Endişelenecek şeyler mi artıyor dünyada, yoksa kekremsi bir ‘farkındalık’ mıdır gün geçtikçe ağız tadımızı daha da bozan böyle?
(“Kanser mi çoğaldı, yoksa teşhis yöntemlerinde kaydedilen ilerleme yüzünden mi tablo böyle?”... “Kadın cinayetleri hep bu sıklıkta mıydı, yoksa teknoloji şimdiki kadar ileri değilken çoğundan haberdar mı olmuyorduk?”.. gibi sırf naçarlıktan sorulmuş bir “yumurta mı civcivden, civciv mi yumurtadan?” gevelemesi işte.)
Sanırım her ikisi de. Yani hem dünyanın içindeki kötü, yaşı ilerledikçe daha ahlaksızlaşan bir ‘J.R. Ewing’ oluyor.. Ve hem de o kötüyle yaşamak zorunda olan siyam ötekisi biz ‘tribündekiler’ için kötülük gün geçtikçe daha da görünür hale geliyor.
Ve tabi, bir tencereyi çizen çatalın tiz sesi kadar da rahatsız edici!
Bir süredir her gece yatmaya yakın (soğuğun iyiden iyiye hissedilmeye başladığı) saatlerde balkona çıkıyorum. Çok değil 1- 2 dakika orada kalıp, sadece tek bir geceyi dışarıda geçirmek zorunda olduğumu düşünmeye çalışıyorum.
Günün son duasını da özellikle bu sert ‘yüzleşme’ sonrasına getirmeye gayret ediyorum (ki, alışkanlıktan kurulmuş- ruhsuz cümlelerin kotarabileceğinden fazlası için umutlanabileyim, hiç olmazsa iç dünyamda).
Şahsen ve nefs’en, o balkondaki birkaç dakikayı zar zor geçirirken, Ege’nin- Akdeniz’in buz tutan soğuğunda bir mülteci kadının bebeğine üflediği aç nefesteki çaresizliği düşünmeye çalışıyorum.
Yakınlarından hayatta kalanlarla, ‘bizden zarar gelmez’ diyecek kadar bile dillerini konuşamadıkları diyarlara yelken açan karayağız aile babalarının yüzünde; o korkulu- çekingen- çaresiz ifadeyi sonra.. (oysa, olur da çocuklar öyle bakarsa, babalar kucağına alıp “yok bişey, korkma” demeliydi, haksız mıyım)!
Akıl bu, bedeninize zincirleyip oraya buraya kanatlanmasının önüne geçemiyorsunuz. Bir bakmışsınız, gecenin bir vakti takılmış gitmiş, bir Afganlı mülteci kız çocuğunun (muhtemelen şişme botta ağırlık yapmasın diye) kesilip sahile atılmış pembe lastikli- kalın örüğüne…
Çatışma bölgelerinden birinde, ganimetiyle hiç de kendi küpünü doldurmayacağı bir savaşın içine doğmuş kaderde (hangi taraftan olursa olsun) ağır yaralı yahut işkencede canları düşünmeden edemezsiniz sonra (‘susuz- aç’ saymıyorum bile, onlar birer 3. dünya klasiği artık!)…
Geride kalanlarını, uzaklara bakmaktan yahut yaşarmaktan gözleri küçücük olmuş yaşlı anacığını, yüzünü unutmuş evladını ve dahasını…
Ve sonra, (bir ‘iyi yıllar’ temennisini kimseden esirgeyecek değiliz ama) çok da anlamlı gelmiyor, ölülerin üzerinde senkronize tepinilen bu vurdumduymaz dünyada “hangi yıla girmişiz, hangisinden daha çıkmışız?” falan...!
Benim gibiler en fazla (adet olduğu üzere) çoluk çocuğuyla evde tüketilmek üzere 1-2 fazladan kuruyemiş- pastane ürünü alır/ hazırlar, her günkünden belki 1 saat daha fazla televizyon seyreder yeni seneyi karşılamak adına (merak etmeyin bişoolmuyor, bu şekilde de kabul ediyorlar sonraki yıla!)..
Belki ‘ayık’lığın da avantajıyla daha iyi gözlemleyebiliyorsunuz; Bütün bu drama bilinçli kör- sokak hayvanlarıyla kurduğu kadar bile çaresiz insanlarla empati kurmamış- kursa da sorumluluk duyup elini tek kez cebe atmamış adamların, gül yapraklı- şampanyalı- beş yıldızlı- tek taşlı ‘basit’ kutlamalarını..
(Cümlede ‘basit’i küçümseme vurgulu kullandım evet. Bir yoksula çok gördüğü parayı dansözün memesine yapıştıran, bir açı doyurmaktan kaçındığını misliyle tıkınıp kusan bay- bayan tüm hedonistler alınsın diye bizahmet.)
Ve burada eleştirdiğim kimsenin yaşam şekli- dünya görüşü- dini hassasiyetleri değil, asla! Bir ‘kuşa bak’ uyanıklığıyla sözlerimi başka yerlere çekecekler içinse tek tek yineleyeyim, eleştirdiğim; ‘banane’ciler, ‘tuzukuru’lar, paşa keyfi insanlığından bir adam boyu önde gidenler.
‘Vaaz’ bilmişliğinde yazmak en korktuğum, aman Allah muhafaza. Ve bu bir ‘ben oldum, siz de kendinize gelin bre gafiller’ yazısı da değil dostlar.
Birazcık daha duyarlı oluşum da beni ‘melaike’ yapmaz. Hala kusurlu, hala çok eksik ve hatta hızla ‘iyileşsek’ bile, vakit tamam olduğunda hesaba çekilmeye hala çok hazırlıksız olabiliriz.
Dünyanın bir tarafındaki his kaybı ve abartıyı eleştirirken, kendime hoşgörülü yaklaştığımı sanan varsa; kendimi daha acımasız eleştirir, yerden yere çarparım, bilgisine…
Yeni bir kazağı yahut ayakkabıyı aldıktan sonra, o parayla kaç yoksulun doyabileceği hesabımdan, kıyasımdan, teessürümden, suçluluk hissimden emin olun bıkmıştır benim evdekiler!
Yine de çokbilmişlik, samimiyetsizlik, kendini temize çıkarma algılanacak endişesiyle yazdım bu her satırı, kelimeleri seçerek, silip tekrar tekrar kurarak bazı cümleleri.
Çünkü yazmak zorundaydım ve benim gibiler okurken ‘evet, aynı ben!’ demek zorundaydı..
Bunları hiç umursamamış olanlardan hiç olmazsa bazısı da ‘ben napıyorum?!’, yahut en azından ‘acaba?’ demek zorundaydı.
Gözden geçirmek zorundaydık kendimizi, iyileşmeliydik hep birlikte.
Bir yıl daha büyümenin, üzerinde fiyat etiketi olmayan bir anlamı olmalıydı ve hiç olmazsa bu yıl kaçırmamalıydık büyük fırsatı, sırf vitrinin en ışıklı köşesine konmadı diye...
2016 iyi bir yıl olsun, iyilikle dolu… Sağlık, huzur ve insana yaraşır daha ne varsa bazılarının değil, insanlığın tamamının olsun.
İyi yıllar bir kez daha.