Son günlerdeki gündem başlıklarımızdan biri de takip ettiğiniz üzere ‘şarbon’.
Kurban bayramı dolaylı hayvan hareketliliğinin tetiklemiş olabileceği düşünülen hastalık; vaka adedi bakımından tüm zamanların aynı döneminin çok üzerinde olmasa da,
Birkaç ilimizde görülmesi üzerine bir kısım medya ve sosyal platformlarda ele alınış biçimiyle sokaktaki vatandaşta tedirginlik uyandırdığı bir gerçek.
Hükümete muhalefet etmek uğruna pireyi deve yapmakta, ateş olmayan yerlerden duman çıkarabilmekte ‘mahir’ medyamız, sosyal ortamlardaki maksatlı yalanları da (hep yaptığı gibi) araştırma gereği bile duymadan verince,
Bu durumda ne yapsın bizim Ayşe teyzemiz, Ahmet amcamız değil mi..
Konu ile doğrudan ilgili bir kurumun (Tarım Bakanlığı) personeli olmam ve bu sayede veteriner arkadaşlarla kolayca iletişim kurabilmem dışında,
Ülkesel meselelerde hassas davranma refleksini kazanmış, yazan çizen ve sosyal medyayı da aktif kullanan bir vatandaş olarak susarsam vebal olacağını düşündüm.
O arada baktım, kurumsal dergimizin daha geçen (Temmuz) sayısında bu meseleyi, şarbon konusunu işlemişiz.
Özellikle makaleleri, yazım yanlışları açısından bizzat kendim elden geçirirken, bir göz aşinalığı ile kulak dolgunluğu ister istemez oluşuyor (ne derler kısa günün karı).
Tabi bununla yetinmedim; veteriner arkadaşlarla bizzat görüştüm, yetmedi internet üzerinden araştırdım. Zira susmak bir vebal olduğu gibi, yanlış bilgilendirmenin de masum olmadığı kesindi.
***
Şimdi gelelim meseleye… Şarbon esas olarak ot yiyen hayvan hastalığı ve insanlara da hasta yahut ölen hayvanlar yoluyla bulaşıyor.
Etken mikrop (Latince ismini verip de sınav olucakmışsınız hissiyle germeye lüzum yok), dış şartlara dayanıklıdır ve toprakta 40- 50 yıl kadar yaşayabilir; dahası, yurdumuzun her bölgesinde ve her mevsimde ortaya çıkabilmektedir.
Hayvanlar gerek bulaşık meralarda otlamak ve gerekse de enfekte yemlerle beslenmek suretiyle hastalığa yakalanabilir.
Özel bir mevsimi yoksa da genellikle otlar kurumaya başladığı dönem, dikenlerin ağızda açtığı yaralardan kolayca vücuda giren şarbon mikrobu, yemler dışında solunum ve deri yolu ile de bulaşabilir.
Mikrobu aldıktan 2-3 gün sonra hayvanda iştahsızlık, sendeleme, ayakta duramama, solunum güçlüğü, titreme, yüksek ateş gibi belirtiler kendini gösterirken; koyun ve keçiler yani küçükbaş dediğimiz hayvanlar bu belirtilerden en geç 2- 4 gün sonra, sığırlar ise 1 hafta içinde ölüyorlar.
Dolayısıyla bu gerçeklik, son şarbon vakaları üzerine Bakanlığın izhını doğrularken, el ovuşturarak ithalat sırasında oluşmuş bir ihmal- açık arayanların hesabını da boşa çıkarmaktadır.
Zira bu yöndeki uzman görüşü de resmiyeti doğrular biçimdedir; “İthal hayvanla şarbon gelmez. Çünkü şarbon, akut bir hastalıktır, yani çabuk seyreder. Hayvan akşam hastalanır, sabahına ölür. Öyle günlerce şarbon olan hayvan yoktur.”
Bu durumda aynı soruyu tekrar etmek lazım (zor anlayanlara); klinik seyrinde bu kadar çabuk öldüren bir hastalığa yakalanmış hayvanlar, nasıl oluyor da 30 günlük yolculuktan sağ çıkarak Türkiye’ye ulaşıyor,
Yol stresini atlatıp kesilip dağıtılıyor (bunlarla etti en az 35 gün) ve sözde bunu yiyen birileri de enfekte oluyor?!
***
Tabiki yok böyle bir şey ve bu durumda gözler doğal olarak yemlere çevrilir.
Sorumluluk noktasında bir eleştiri getirilecekse de ithalata konu hayvanların aşısının bulunup bulunmadığının kontrolü aşamasında yetkililer eleştirilebilir.
Zira, ister istemez zor nakil şartları ve iklim değişikliklerinin bağışıklık sistemlerini menfi etkileyeceği düşünülen hayvanların, bu süreçte hastalık yapmayacak dercede az miktardaki şarbon sporundan da etkilenmesi olasığı dikkate alınmalıdır.
Dikkate alınması gereken bir başka husus da (hele ki ülkemizin her koldan saldırı altında olduğu bugünlerde ve bulaşıklığın nasıl oluştuğu konusu muamma iken) “biyoterörizm” konusudur.
Üretiminin kolay, maliyetinin ucuz, farklı çevre koşullarına dayanıklı ve kolay taşınabilir olması şarbon bakterisi sporlarının biyolojik silah etkeni veya biyoterörizm için uygun kılmaktadır.
Misal, Nisan 1979’da, Rusya’nın Sverdlovsk şehrinde 64 kişinin ölümüyle sonuçlanan şarbon salgınının biyolojik silah etkeni olarak çalışılan bir laboratuvarda kaza sonucu ortaya çıktığı tahmin edilmektedir.
Yine yirminci yüzyılda Amerika’da bildirilen toplam 18 akciğer şarbonu vakası olayının da ‘biyoterörizm’ olduğu konusunda genel bir fikir birliği oluşmuştur.
Bu durumda benim aklıma gelen bir ihtimal de; (matematiksel hesapla hayvanlar yola çıkarken sağlam olduğuna göre), yolda yediklerinden şüphelenilen enfekte yemin, gemiye sızmış birilerince Türkiye’ye yaklaşıldığı sırada bilinçli yedirildiği düşüncesidir.
Konuyu derhal sahiplenerek asılsız yalanlarla köpürten FETÖ’cü hesaplara da bakılınca; bunun, bir ‘durumdan faydalanma’ olabileceği gibi, olaya sebebiyet noktasında ‘katkı’ da ister istemez akla gelebiliyor.
Bugüne kadar yaptıkları, yapmaya kalkıştıkları dikkate alınınca bu su-i zan filan da olmuyor, rahat olun.
***
Peki, tedavisi var mıdır bu hastalığın ve neler yapılabilir?
Tedavisi mümkün ancak koyun ve keçiler ani olarak öldükleri için tedaviye yetişilemez. Belki sığır ve atlar, veteriner hekimler tarafından uygun ilaçlarla ve erken teşhis halinde tedavi edilebilir.
Ya insanlara hangi yollarla bulaşır, nelere dikkat etmeliyiz? Hasta hayvanları kesip yüzmek, etini yemek veyahut bu hayvanların deri ve yünlerini işlemek suretiyle bulaşabilir.
En önemli korunma önlemi (üreticiler açısından) bu hastalıktan ölen hayvanların uygun şekilde ortadan kaldırılmasıdır. Hayvan kesilip derisi yüzülmemeli, otopsi dahi yapılmamalı, hatta doğal vücut delikleri tentürdiyotlu bez veya pamuklarla kapatılmalıdır.
Yine ölen hayvanlar koruyucu elbiseler giyilerek giyilerek taşınmalı, yakılmalı veya üçüncü bir seçenek olarak en az 2 metre derinliğinde açılmış çukurlara üzerlerine sönmemiş kireç ilavesiyle gömülmelidir.
Tüketici açısından alınacak önlemlerse; et ve diğer hayvan ürünlerine çıplak elle dokunmamak ve sonrasında elleri iyice yıkamak olabilir.
Et ürünleri işlenirken, ellerle; ağız, göz gibi bölgelere dokunulmamalı, etler asla çiğ olarak tüketilmemeli, en az 15 dakika kaynatılmalı, olabildiğince iyi pişirilmelidir (bir dip not olarak; şarbon mikrobu ısıya duyarlıdır).
Hastalığın süte geçmediği söylense de önlem olarak şarbondan etkilenmiş sürüde bulunan hayvanların sütleri de pastörize edilerek tüketilmelidir.
Ülkemizde son yıllarda görülme sıklığı azalmakla birlikte, şarbon hala endemik bir hastalıktır ve (yukarıda bir ihtimal olarak ortaya koyduğumuz gibi biyoterörizm değil de doğal gelişmiş ise) tarımsal kökenlidir.
Görülme sıklığı bölgelere göre değişmekle birlikte yüz binde 0 ile 1.15 arasında değişmektedir ve bu rakam Avrupa- Akdeniz ülkelerine yakın bir gerçekleşme oranıdır.
Sağlıklı, huzurlu günler diliyorum.
Hatice OLGUN