Girdiğimiz 2019 yılı itibarıyla artık 8. yılının içinde olan Suriye iç savaşında ağır bilanço malumunuz.
BM tahminlerine göre ülkede 2011 Mart’ından bu yana devam eden fiili tabloda, şimdiye kadar 400 bin’den fazla kişi yaşamını yitirdi. 22 milyonluk ülke nüfusunun yarısı evlerini terk etmek ve en az 5 milyon Suriyeli başka ülkelere göç etmek zorunda bırakıldı
Yine uluslararası kayıtlı verilere göre sadece geçen yıl büyük kısmı Esed rejimi kaynaklı olmak üzere; 436'sı çocuk, 1.326'sı kadın toplamda 6 bin 964 (yaklaşık 7 bin!) sivil yaşamını yitirdi.
Bina enkazlarında tespit edilememiş cesetler, rejim hapishanelerinde işkenceyle ölümler ve girilemeyen bölgelerde kayda geçmeyen çatışma kayıpları da olduğunu düşünürsek rakam korkunç!
Rejimin, kendi halkını öldürmeye seferber ettiği mevcut tüm askeri imkânları ile Rusya’nın terör bahanesiyle çoğunu ilk kez denemekten çekinmediği ağır silahları bir tarafta..
Bir mezhep savaşı algısıyla pozisyon alan ve bu bağlamda taraf olduğu Rejimin katliamlarını sahada da destekleyen İran’la, IŞİD bahanesiyle çok sayıda sivil katleden ABD öncülüğündeki Koalisyon onun yanında.
Diğer yanda ise gerek çatışmalar sonrası rejimden ele geçen silahlar ve gerekse de “eğit donat” uluslararası meşruiyeti kapsamında verilen kısmi askeri destekle (yine de) asla eşit olmayan şartlarda savaşan ülkenin insanları.
En trajikomik olansa; halkın yarısını yerinden yurdundan etmiş ve zaten babadan oğula geçen ve göstermelik seçimlerle koltuğa tutunan bir diktatörün, kalan diğer yarının oylarını gerekçe gösterdiği meşruiyet iddiası olsa gerek.
Türkiye, işte o yerini yurdunu terk eden mazlum- muhalif yarı’nın yaklaşık dört milyonuna ev sahipliği yapmakta olan ve bugün dünyada en fazla göçmen ağırlayan ülke konumunda.
Genlerimiz kaynaklı insani hasletler, inanç birliğimiz ve tabi resmiyetteki sınırları aşan tarihsel fiili bütünlüğümüz gereği de daha önceki pek çok insani dramda olduğu gibi gücümüz yettiğince (hatta üzerinde) sorumluluk almaktan kaçınmadık.
Bu durumun, beraberinde toplumsal bazı reel sorunları getirmesi kaçınılmazken, bel altına varan kuralsızlıkta iyice kızışmış iç siyasete fason malzeme yapılarak;Hükümet aleyhine köpürtülmesi, kaşınması, bir olana bin katılması da maalesef kaçınılmaz oldu.
Bu bağlamda gün geçmiyor ki; içinde ‘Suriyeliler’geçen gerçek bir adli vaka yanında, birkaç tane de yine öznesi ‘Suriyeliler’ olan ve fakat uydurma olduğu belgeli tecavüz, ölüm, yaralama haberleri duymayalım..
Hep diyorum, konuları gerçeklikten uzaklaşmadan konuşmak ilk önceliğimiz olmalı. O halde baştan kabul edelim ki içinde insan faktörünü barındıran hiçbir yapı homojen değildir; dolayısıyla “ülkemizdeki Suriyeliler toptan melektir, suç işlemezler” asla demiyoruz.
Hele ki (sevdiklerinin ölümleri, uzuv kayıpları, tecavüzler, yurdundan mahrumiyet, iyi bir statüden vazgeçmek gibi) geldikleri dram ve halen içinde oldukları olumsuz yaşam koşulları göz önüne alındığında..
Zaten suça karışanları (suçun vasfına göre) ya TCK’daki hükümler çerçevesinde hukuken cezalandırılıyor yahut da daha ileri düzeyde sınır dışı ediliyor. Ancak mesele yine dönüp dolaşıp gerçekliğe geliyor ki; bunlara dair paylaşımlar da abartı.
İçişleri Bakanlığının belgelere dayandırarak verdiği rakamlara göre; Türkiye’de, Emniyete yansımış toplam vakaların yalnızca yüzde 1.32’si Suriyelilerin işlediği suçlar.
Dolayısıyla, sosyal- ekonomik boyutlarıyla uzun vadede pek de sürdürülebilir olmayan ve çözüm bekleyen bir mesele olmasına karşın, öte yanda acil bir güvenlik tehdidi gibi gösterilmeye çalışılması başka bir mühendislik faaliyeti, uyanık olalım.
Zira her adli vakanın içine bir yerlere Suriyelileri monte etmek, hatta vaka uydurmak, yine gerçekte asla var olmayan maddi imkânların (vatandaştan esirgenerek) bu gruba sunulduğunu ima/ iddia etmek,
Ve bu yolla toplumun hassasiyetlerini bilinçli kaşımanın iyi niyetli olmadığı ortada.
Hatice OLGUN
haticeolgun@gmail.com